İspanya-Fransa maçını izlerken, futbolun yeni dinamiğinin sadece top ve alanla sınırlı olmadığını, adeta bir zihin ve beden senfonisi gibi yeniden kurgulandığını bir kez daha hissettim.

Oyunun değişen yüzünü anlamak, artık elzemden öte, kaçınılmaz bir mecburiyet. Bu yeni futbol, pasın ritmi, zamanın akışı ve estetize edilmiş yeteneğin birleşimiyle şekilleniyor. Ancak ben, bu oyunu yalnızca driplinglerin, şutların ya da koşuların büyüsüne kapılarak değil, daha derin bir boyutta, pasın ve pozisyonun kurgusu üzerinden tarif etmenin gerektiğini düşünüyorum.
Pas, futbolun en temel ve en ekonomik birimi. Türkiye’de futbol yorumculuğunun, pası sanki oyunun bir yan unsuruymış gibi ele alması, “pas oyunu” ya da “ayağa pas” gibi ifadelerle bu kavramı basitleştirmesi, oyunun ruhunu anlamaktan uzak. Futbolun sihri, insanın en yetkin organı olan elin yasaklanmasıyla, kusurlu bir organ olan ayağın sahneye çıkmasından doğar. Ayakla yaratılan her hareket, bu kusurun bir sihre dönüşümüdür. Yeni futbol, bu sihri, hareket halindeki paslar döngüsüne taşıyor. Pas, artık sadece topu aktarmak değil; yönü ve şiddeti ustalıkla ayarlanmış, pozisyonun ilk ivmesini oluşturan bir eylem.
Ancak bu yeni dinamiğin kurgusu, sadece pasla sınırlı değil. Oyunun olmazsa olmaz koşulu, “yetenek gerektirmeyen işlerde” kusursuzlaşmak. Ofsayt çizgisinde milimetrik bir alan daraltma, rakip topu henüz kontrol etmeden önce temas sağlama, ya da aldatıcı gölge koşularla rakip savunmayı şaşırtarak alan üretme… Bunlar, yeni futbolun yapı taşları. Her pozisyonda, hatta final vuruşu organizasyonunda, yetenek ve yetenek gerektirmeyen eylemlerin birleşimi gerekiyor. Mesela, bir forvetin gol vuruşundaki estetik yeteneği, o pozisyonu hazırlayan kusursuz bir gölge koşu ya da rakibi hataya zorlayan bir pres olmadan eksik kalır. İspanya-Fransa maçında bu uyumu net bir şekilde gördüm: Her pas, her hareket, yetenekli ve yeteneksiz işlerin bir dansı gibiydi.
Bu dinamikte, bağlantı kavramı da evrim geçirdi. Pas alış-verişleri, alanı rakibin elinden alıp kendi kurgunuzun zeminine dönüştürmeyi hedefliyor. Hareket, pozisyonu başka bir alana taşıma amacı taşırken, bu süreçte rakibin topa hâkimiyetini engellemek için ofsayt kesinliğinde alan daraltmak, top henüz kontrol edilmeden temas sağlamak ya da gölge koşularla rakibi yanıltmak gerekiyor. Bu olgular olmadan, pozisyonun inşası yarım kalır. Hücum ve savunma, aynı pozisyonun iki yüzü gibi kurgulanmalı. Nefes kesen bir pres, amansız bir fiziksel mücadele, artık oyunun kaçınılmaz birer parçası. Düne kadar “risk” diye görülen cesur bir ileri pas, kalabalıkta bir dripling ya da ani bir pozisyon değişimi, artık pozisyonun yapı taşları.
İspanya-Fransa maçında, bu kurgunun her anını hissettim. Pasların ritmi, bağlantıların yoğunluğu, gölge koşuların aldatıcılığı ve presin amansızlığı, adeta bir satranç tahtasında hamlelerin hızlanması gibiydi. Her iki takım da alanı yeniden şekillendirmek, pozisyonu hem hücum hem savunma için yapılandırmak için durmaksızın çalıştı. Bu, futbolun sadece ayakla değil, zihinle oynandığını bir kez daha gösterdi. Ben, bu yeni dinamiği izlerken, futbolun bir hikâye anlattığını, her pasın, her koşunun, her temasın bu hikâyenin bir parçası olduğunu düşündüm. Ve bu hikâye, yetenekle kusursuzluğun, estetikle disiplinin birleştiği bir dansa dönüşüyor. Bu dansı izlemek, her zamankinden daha büyüleyici.